BEN DE NORMALLEŞECEK MİYİM?

Bilemediğim kadar uzun zamandır yazmıyorum bloğa. Bazen toparlayamıyorum düşüncelerimi; zihnimde dağılıyorlar, toparlayıp bir kaba alıyorum ama paragraflara dizecek zamanı bulamıyorum. Zamanı bulsam bendeki eski kıymetini korumadığını fark ediyorum.

Aylardır bir virüs salgınından dolayı evde, sınırlı, korunaklı, tecrit hayatı yaşayınca ve hazmedemediğim olaylara tanık oldukça içime içime konuşmaya başladım. Kendi kendime gece gündüz konuşup, başımı şişiriyorum kendimin. İnsanlarla arama koyduğum sosyal mesafe ruhsal mesafe olarak da beliriyor. Yazmak, zehrimi akıtmak istiyorum. Belki bir an birisi tutar sözcüklerimin ucundan ruhuma değecek sihirli kelimeleri fısıldar bana. Ya da hiç olmazsa benim gibi hisseden birileri vardır elbette, dertleşmiş oluruz satır aralarında…

Bugün uzaktan eğitim saatinde, hayat bilgisi dersinde doğa olayları konusu vardı. Dolu olayından bahsederken yedi buçuk yaşındaki oğlum ‘’ keşke şu sürekli dışarıda olanların üzerine yağsa.’’ dedi. Durakaldım… İçimde gitgide büyüyen öfkenin aksini oğlumun sözlerinde gördüm adeta. O iş öyle olmuyor oğlum, dedim. Kurunun yanında yaş da yanar, sadece onlara değil hepimize yağar, dedim ve çok da yadırgamadım düşüncesini. Dakikalarca nasihat verecek halde de değilim. Duygularını çok iyi anlıyorum, düşüncesi kötü olabilir, öylesine de söylemiş olabilir ama benim duymam lazımmış. Onu anladım.

Aylardır gönüllü olarak kendimizi karantinaya aldık. Çocukların dışarı çıkması zaten yasak. Önce kendimiz, sonra diğer insanlar için, bilhassa sağlık alanında çalışan, yaşamın normal seyrinde devam etmesi için çalışmak zorunda olan insanların emeklerine duyduğumuz saygıdan bahçeye bile çıkmaktan imtina ediyoruz. Fazladan bir şey değil, herkesin yapması gereken şeyleri yapıyoruz. Fakat bu şartlar altında sitemizin bütün çocuklarının,  normal şekilde hayatlarına devam etmesi, hiçbir sağlığa uygunluk, sosyal mesafe, maske gibi kurallara uymadan gece gündüz bahçede olması, apartmanların koridorlarında yata yuvarlana oynamaları sinirime dokunuyor. Sokağa çıkılması yasakken; bahçesiz küçücük apartman dairelerinde ve dahi balkonsuz evlerde, hiç dışarıya çıkamayan çocukları düşündükçe öfkeleniyorum.

Boş bir öfke değil hissettiğim. İçi dolu, haklı ve adaletli… Güvenlik görevlimiz vardı Ahmet abi. Korona virüsüne yenik düştü. Sevmemek gibi bir ihtimaliniz olmayacak, şeker gibi bir abimizdi. Babaydı, abiydi, arkadaştı, dürüst bir çalışandı. Benim için kargo geldiğinde haber vermek için aradığında halimi hatırımı sormak, sesim kırgınsa üzülmek, hasta olduğumda şifa dilemek ve tavsiye vermek, kışın zor günlerinde çocuklarıma göz kulak olmak gibi görevleri yoktu elbette. Ama bunları insan olduğu için yufka yürekliliğinden yapardı. Onun ölüm haberini alınca çok ağladım, çok üzüldüm, boğulur gibi hissettim. En sona ne zaman ne hakkında konuşmuştuk unuttum bile. Eğer vedalaşma gibi bir imkânımız olsaydı ona, bu dünyada iyi ki seni tanımışım Ahmet abi. Ben senden razıyım yaradan da razı olur inşallah, derdim.

Bahçedeki çocukların bütün kapılara, tırabzanlara, güvenlik kulübesine ve her ne varsa dışarıda, dokunduklarını gördükçe belki de onların taşıyıcı olarak onun hasta olmasına sebep olduğunu zannediyorum.

Çocuklarımın onlara özenmesini bile kafama takmıyorum artık. Çıkmamaları gerektiğini anlıyorlar. Ama çocuklar nihayetinde, canları çekiyor özgürce koşturmayı, çimlerde yuvarlanmayı, piknik yapmayı. Biz kurallara uyarken, uymayanların neden uymadığını hazmedemiyorlar. İnsanların davranışlarının sebeplerini bilemediğimizi, bu durumun bizimle alakası olmadığını, boş vermemiz gerektiğini, onların sorunu olduğunu söylüyorum sorduklarında. Dilim söylüyor ama ruhum rahata edemiyor. Bizi ilgilendirmiyor diyorum ama yok… Herkesi ilgilendiriyor. Sadece, bizim yapabileceğimiz bir şey yok bu durumda, demek istiyorum. Herkes üzerine düşeni yapmalı. Çünkü içinde olduğumuz durum bireysel sorumluluktan öte toplumsal bir sorumluluk gerektiriyor.

Ben neden kenara çekilip de, ‘ben üzerime düşeni yapıyorum, gerisi başkalarına kalmış. Herkes kendisi düşünsün.’ Diyemiyorum? Diyor gibi görünüyorum ama boşa söylüyorum. Çünkü içimde bir şeyler kırılıyor. Kişisel/bireysel ilişkilerimde fazla beklentiye girmeyen ben, söz konusu bütün insanlığı ilgilendiren mevzu olunca ister istemez beklentilerim oluyor. Gelgelelim ki ‘’o işler öyle olmuyor usta…’’

Normalleşme çanları çalmaya başlamışken ben asla normalleşemeyeceğimi hissediyorum. Ya da artık yeni normalim bu benim. Sadece kabullenmem için zamana ihtiyacım var, kim bilir. Bir de normalin anormalin ne olduğunu kim belirliyor ki?

İnsanlara karşı güvenimi yitiriyorum. İnsanlar kaldıkları yerden devam ederken o akıcı hayata, ben daha çok kabuğuma çekilmek istiyorum. Dağ başında etrafı ağaçlarla çevrili bir ev inşa edip ailemle herkesten uzak yaşama hayallerine kapılıyorum. İçimde bir şeyler kırılıyor… Yalnızca kendi iyiliğini düşünen, umarsızca diğerlerinin hayatlarına zarar veren insanlara şahit oldukça kaçmak istiyorum.

Bitkiler yeşerterek kendime umut ürettiğim ilk günlerden bugüne sararan yapraklar görüyorum. Çiçek açmasını beklerken solduğunu izliyorum. Dolu yağmazsa üzerine yine ümit vardır belki de. Ümit hep vardır dimi… yoksa nasıl yaşar insan… Yapraklar sararsa da umut kırıntıları vardır öyle değil mi doktor? Umudun rengi yoktur, öyle değil mi? Sahi ben de normalleşir miyim doktor?…


Comments (2)

  1. Ya hümeyra aklımdan geçenleri kaleme dökmüşsün kalemine sağlık. Ben extra ahda ediyorum bu süreci bu kadar uzatıp evden çıkmsyanların vrbalini alan sürülere

    Cevapla
    1. teşekkür ederim Vildan abla.. kul hakkı değil de ne?..

      Cevapla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir